sönmüş bir lambaydı aşk
sönmüş bir lambaydı aşk
Karanlık odalardan çıkmıştım; uykulardan, şubatlardan... Sokaklara panzerler, ıssızlıklara devriyeler tükürüyordu.
Her günbatımı yüreğimi dar odalara kapatmanın acemisiydim. Dışarıda yalnızlık vardı, dışarıda kötülük. Dışarıda olmanın sevinci, geride kalanları içeride bırakıp çıkmanın utancını aşamıyordu...
O utançla sayfaları ve sözcükleri kanatırcasına yazıyordum. Kan çanağı gözlerle uykusuz sabahlara kalırken, yorgun, yaslı başımı çalışma masamın üzerine gözlerim kapalı düşürünceye kadar. Bir de yazmasam… Yazmasam bir çılgınlık yapardım...
Yaşamak için çalışmak zorundaydım. Aynı günlerde bir iş bulup çalışmaya başladım. Eczanelerin laboratuarlarında o yıllar üretilen majistral (el yapması) ilaçlar için kimyasal maddeler satıyordum. Seyahat ettiğim Güneydoğu'nun il ve ilçelerinde nicedir uzak olduğum insanların trajedisine dudaklarımı kanata kanata tanıklık ediyordum.
Ben öyle yalnız, savruk bir adam; üç gün süren bir seyahatin son durağında, Mardin'in Kızıltepe ilçesinde bir eczanede otururken içeriye genç bir kız girdi. Önce gözlerimi kaçırdım, ama mutlaka ona bakmak geldi içimden ve dönüp baktım. Siyah saçlarını atkuyruğu yapmış, beyaz bir tokayla bağlamıştı. Mahçup ve ezik süzülüp girmişti eczaneye. İçeri girerken ayağının hafif aksadığını fark etmiştim.
Eczanede görevli çocuğa ayağını göstererek, “İlaç istiyorum,” dedi kısık bir sesle. Sonra dönüp bana baktı. Ben de bir incelik sayarak gülümsedim. O da buruk bir gülümseme iliştirdi yüzüne ve biraz şaşkın… Bu yakınlaşmayla sordum:
“Ayağınıza ne oldu?”
Gözleriyle beni süzerek başını iki yana salladı:
“Sivrisinekler… Sivrisinekler ısırdı!” dedikten sonra yine mahçup bir edayla başını önüne eğdi…
Eczanedeki çocuğa, rivanol solüsyonunun ayağındaki yaralara iyi gelebileceği söyledim. Çocuk solüsyonu hazırlamak üzere eczanedeki laboratuvara girdiğinde, o da taburelerin birine oturup beklemeye koyuldu. Birden göz göze geldik… “Doktor musunuz?” diye sordu. Olmadığımı söyledim ve kendimi birkaç cümleyle tanıttım. Kısa aralıklarla her fırsatta birbirimizi süzüyorduk. Bu arada ben de sorular yöneltip onu tanımaya çalıştım.
“Nerelisiniz?”
“amasralı.”
“Burada memur musunuz?”
“Öyle… Öğretmenim.”
“Kızıltepe'de mi?”
“Hayır, Şenyurt'ta.”
“Bilmiyorum. Neresi bu Şenyurt?”
“Buraya yakın küçük bir nahiye, sınırda.”
“Amasra'dan gelip burada öğretmenlik yapmak zor olmalı bir genç kız için.”
“Evet, ama n'apalım işte birilerinin de burada çalışması lâzım…”
Konuşurken her cümlenin bitiminde başını önüne eğiyor, gözlerimden her fırsatta kaçıyordu. Ses tonundaki burukluk, kısıklık önce kulaklarıma çarpıyor, sonra beynimin, yüreğimin derinliklerine beni büyülercesine yayılıyordu. Onu mutlaka daha iyi tanımak istedim…
Yeni bir soruyla, sanatla ve özellikle edebiyatla ilgilendiğini ve ne bulursa okuduğunu söyledi. Bazı sanat dergilerinin değil ilçeye, il olan Mardin'e bile gelmediğinden yakındı. Ona çantamda bulunan ve yollarda okumak üzere yanımda taşıdığım birkaç sanat dergisini uzattım:
“Alın bunları, okursunuz,” dedim.
Ama o, sadece göz gezdirip sehpanın üzerine bıraktı dergileri.
“Bunlar sizin, almayayım,” dedi.
Bir süre sustuk.
Sonra çaylarımızı yudumlarken ikimiz de ısrarla birbirimizi kaçamak bakışlarla izlemeyi sürdürdük. Bir ara haberleşmeyi önerdiğimde reddetmedi, ama yanakları allaştı, yüzü kızardı. Okul adresini yazdırırken heyecanlıydı. Ben de kartımı uzattım ona.
Kalkarken suçluluk duyuyor gibiydi. O da bana duyduğu sempatiyi gizlemek için oldukça özenli davranmıştı. Başını kaldırmadan iyi günler dileyerek çıktı…
Bir genç kıza yaşamı boyunca öğretilen katı ahlâk kurallarıyla birlikte, bu taşra atmosferinin, acımasız tabuların ona yansıttıklarını, dayattıklarını düşündüm bir an; bu denli mahçup, ezik davranmasına kızamadım bu yüzden. Oturduğum yerde karmakarışık duygularla uzaklaşıp gidişini izledim.
Eczanedeki çocuk garipseyerek, “ne oldu?” diye sorduğunda hiçbir yanıt veremedim. Sonra kalkıp ilçeden ayrılmak üzere taşıt durağına doğru yürüdüm. Diyarbakır'a varıncaya dek yol boyu sesi uğuldayıp durdu beynimde…
Bir hafta kadar sonra ona bir mektup yazdım. Onun da yanıtı gecikmedi. Daha sonra yazdıklarımızdaki içtenlik daha bir boyutlandı. Giderek yüreğimi yüreğinin çırpınışlarına yasladım onun; sesine ses verdim. “Mum ışığı,” dedim ona: “Sevgili mum ışığı, sizler, bu ülkenin uzak ilçelerinde, dağ başı yalnızlıklarında uzak ve tek mum ışıklarısınız; ama birgün bütün mum ışıkları yandığında bir düşün o aydınlığı!”
Mektuplarımızda yalnız birbirimizin hüzünlerini, coşkularını ve düşüncelerini değil, kendimizce yeryüzünün bütün acılarını ve sevinçlerini de paylaşıyorduk; bütün insan çığlıklarını bir bir, sanki bizimmiş gibi…
Ben kırgınlıklarımı da taşıyordum ona. Daha bir yıl önce sokaklarda kırlangıç sürüleri gibi kümelenmiş o uçarı çocuklar yoklardı artık. Onları infaz gecelerinde, mülteci kimliklerinde unutmuş gibiydi birileri. Kimileri de bir karanfil bırakabilmek için gömüt taşlarını bile bulamadığımız ölülerdi… İşte bunların yaşattığı hüznü de tanımlıyorduk birbirimize.
İki üç ay kadar sonra haftada bir kez ulaştırdığımız mektuplarda yüreklerimizi yasladığımız birer dağ olduk birbirimiz için. “Bir of çeksen karşıki dağlar yıkılır, ama çekmiyorsun!” diyordum. O da yanıtlıyordu: “Beş aydır offf çekiyorum da burada; değil dağ, şu Kızıltepe'nin tepesini bile yerinden kıpırdatamadım…” Bu kez yeniden yanıtlıyordum: “Kızıltepe'nin tepesi yerinden kıpırdamaz; çünkü tepesinden puşisini almışlar ve dolayıp kızıllığını tel örgülere, içine de Mehmetçikler koymuşlar; bundan kuma görmüş gelin gibi kırgındır. Başka tepelere bakalım, başka dağlara…”
Yeryüzünün ortasına düşmüş ve giderek büyüyen yalnızlığımızı birbirimizin duyarlığına çarparak parçaladık. İki kişilik evreni adeta tek kişilik kıldık. Mektuplar, şiirler, kitaplar ve fotoğraflarla ne kadar çok şey paylaşılabiliyorsa o kadarını paylaştık onunla. Öyle temiz, yalansız dolansız bir dostluğu kale gibi diktik aramıza. Yorulmadan, içtenliği sakınmadan, bıkmadan…
Sonunda ısrarlarıma dayanamayıp benimle ikinci kez görüşmeyi kabul etti. Kızıltepe'de birlikte oturacağımız uygunlukta bir tek mekân bile bulunamadığı ve söylentilerden sakındığı için, Mardin'de kentin tek caddesinde bulunan başak Otel lobisinde buluştuk. Kalabalık lobideki ölümcül sessizlikte bizi meraklı gözlerle süzen ve birbirinin kulağına fısıldaşan erkek kalabalığının içinde kaçak çaylarımızı yudumlayarak bir şeyler konuşmaya çalıştık, ama başaramadık.
Susmak da söylemekse bazen her şeyi, yarım saat kadar öylece kalıp ayrı istikametlere yönelerek ayrıldık.
Sonraki ay, dışarıda kalabildiğim o sınırlı sürenin ardından askere gitmek zorundaydım. Art arda ulaştırılan tebligatlar bitmiş, yerini semt karakolu polis memurlarının apansız geliş gidişleri, çağrıları almıştı. Seçeneğim yoktu.
Fotoğraf ve mektuplardaki uzak sevgili, yaklaşık iki yıl sürecek bu dönemde kim bilir nerelere giderdi... Beş ayda beş yılmış gibi yakınlaşıp sevdiğim, o boğuntulu günlerinde sesimi sesine yasladığım, beni büsbütün unuturdu belki. Hem artık ona daha yakın olmak istiyordum. Adını andığımda kendi kendime Ceyhun Atuf Kansu'nun bir köy öğretmenini anlatan şiirini mırıldandığımdı o; benim kadınım da olabilirdi…
Yazdığım son mektupların birinde onu bana daha yakın kılacak bir bağ olarak evliliği düşündüğümü söyledim. “Gideceğim,” dedim: “Sen benim insanımsın. Şimdi de benim kadınım ol diyorum, nişanlanalım…”
Yanıtı gecikti. İki hafta kadar sonra gönderdiği kısa bir mektupta, memleketine döndüğünü, ailevi sorunları olduğunu ve evliliği o aşamada “düşünmediğini” yazıyordu. Büyüttüğümüz içtenliğe, yakınlaşmaya rağmen bu denli yapay satırları ilişkimize yakıştırabilmesine çok içerlemiş, şaşırmıştım.
Bu yüzden, yirmi üç yaşımın da uçarılığıyla, bir feodal gururla, bu dostluğu o kısa satırlardaki içtensizliği ve beni ummadığım biçimde reddedişiyle noktalamak zorunda olduğumu düşündüm…
Askere gideceğim gün yola çıkmadan önce Ceyhun Atuf'un şiirindeki öğretmene bir not yazarak, “Bugün bulunduğum kentten ayrılıyor, askere gidiyorum,” dedim. Soğuk bir kış günüydü. Yollarda çingene çadırlarına kar yağıyordu. Askere gitmek üzere bulunduğum kentten ayrıldım…
İki ay kadar sonra kısa bir not da acemi birliği çavuş talimgâh bölüğünden, eğitimle geçen zorlu bir günün akşamı ranzamda alelacele yazdım. Bu notla, belki tavrına ilişkin onarıcı olabileceğini umuyordum. Fakat çok geçmeden ulaşan uzun mektubunda, nedense beni nankörlükle itham ediyordu; üstüne üstlük okulunu bitirmek için yaya gidip geldiği kış günlerinden söz edip, beni olmadığım biçimde yorumlayan satırlarına dek sürüp giden uzun mektubunda ne anlatmak istediği net değildi. Hak etmediğim suçlamalarla dolu ve sağlıklı düşünerek yazmadığına inandığım o mektubuna bir yanıt vermedim…
Askerlik dönemimi bitirinceye kadar ona bir daha yazmadım ve hiçbir haber de alamadım. Ama hep andım onu. Her anımsayışımda burkuldum. Bu büyük dostluk, bu sevgi böyle bitmeyebilirdi dedim hep.Fakat onu hiç unutamadım…
Sivil yaşamıma yeniden, kötü bir başlangıç yaptım; yargılanmamın sürdüğü bazı dosyalardan dolayı arandığım için memleketime dönemedim. Ülkede sıkıyönetim vardı. Yoğun istihbarat ablukasında girdiğim işlerden kısa sürede çıkarılıyordum. Aç kalıp, işsiz kalıp mecburen örgütsel ilişkiye gireceğim ve böylece enseleyip benimle bir örgütün çökertilebileceği sanısıyla her saniye izlendiğimden bile habersizdim.
Kırk beş gün süren bir gözaltı yaşadım bu arada. Çok sarsıldığım, büyük düş kırıklıkları yaşayıp her türden işkenceye maruz kaldığım berbat günlerdi… Oluşturmaya çalıştığım kitaplığıma, yazışma dosyalarıma, yazdığım bütün şiirlere ve yazı makineme el konuldu… Şikâyet edebileceğim hiçbir mercii yoktu. Her anlamda mağluptum…
Daha sonraki ay, biraz soluklanabildiğim günlerde onu yeniden bulabilme isteğime teslim oldum. Tanımlayamadığım psikolojik dürtülerle hayatımda bir başka kadın düşünemiyordum. Önce Şenyurt'a, okuluna yazdım. Mektup, “belirtilen adreste bu isimde bir öğretmen yok” notuyla geri geldi. Onu mutlaka bulmak istiyordum. Bursa'dan Mardin PTT'sini bağlatarak okulunun numarasını edinip telefon ettim bu kez. Telefondaki görevli, tayininin Ankara'ya çıktığını söyledi; ama hangi semte, hangi okula gittiğini bilmiyorlardı…
Soracağım başka hiçbir yer yoktu. Gündelik hayatın sürgit telaşına kaptırdım kendimi. Onu unutmak zorunda olduğumu düşünüyor ve bu konuda kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Gördüğüm, tanıdığım bütün kadınlarda onu arıyordum; ama değil mi ki herkes kendisiydi...
Sonra aradan bir yıl daha geçti…
Bir gün Bursa Kültürpark'ta bir kitap sergisinde baktığım sanat ve edebiyat dergilerinin birinin kapağında birden onun adını gördüm. Büyük bir heyecanla açıp oracıkta dergiyi okumaya başladım. Okumayı sürdürdükçe ürperiyor, bulunduğum kalabalıkta şaşkınlığımı belli etmemek için kendimi zor tutuyordum.
Ceyhun Atuf'un şiirindeki öğretmen, yıllar sonra “Oluşum” adlı bir derginin öykü ve şiir özel sayısındaki bir öyküyle “bizi” anlatıyordu. Öyküyü bitirdiğimde karmakarışık duygularla boğulur gibiydim… Bir an yüreğimin atışlarını orada bulunan insanların duyacağını sanıp kendimi dışarı attım. Berbat bir yağmur vardı. Rastladığım salaş bir meyhaneye girdiğimde sırılsıklamdım. Beni kimsenin göremeyeceği kuytu bir yere oturdum. Derginin sayfalarını aralayıp öyküyü yeniden buldum ve her satırını yeniden okudum.
Ceyhun Atuf'un şiirindeki öğretmen, nice yılın ardından şöyle yazıyordu o temiz dostluğun beslediği sevgiyi:
“Şenyurt'a geleli onbeş gün kadar olmuştu. Bataklıkların yoğun olduğu bir yerde adeta sivrisineklerin saldırısına uğruyorduk. Bacağım da bu yüzden mosmor olmuştu. Mardin'in bu şirin sınır bucağında sağlık ocağı bulunmadığı için tedavi de olamıyordum.
Cumartesi gününü bekleyip Kızıltepe'ye gittim. Sağlık ocağı ilçenin diğer ucundaydı. O kadar yolu göze alamamıştım. Topallayarak yürürken gördüğüm ilk eczaneden içeri girdim. Eczacı çocuk tezgâhın başında duruyordu. Ayağım için ilaç istediğimi söyledim (…)
Masanın yanındaki sandalyede iyi giyimli genç bir adam dikkatimi çekti. Ona baktığımı görünce gülümsedi. Ben de güldüm. Ne tuhaftı; sanki yıllardır tanıyordum onu! Eczacı çocuk sessizliği bozarak bana döndü ve yanındaki sandalyeyi göstererek:
– Oturun, dinlenin, dedi.
Canıma minnetti. Hemen oturdum. Gözlerim genç adamın üzerinde yine; nereden tanıyordum, kimdi? diye düşünürken, o ise eczacı çocuğa:
– Ne vereceksin? diye sordu.
Eczacı çocuk birkaç ilaç ismi saydı.
Ona dönerek:
– Doktor musunuz? diye sordum.
– Hayır, dedi.
Saçları alnına dökülmüş; hüzünlü bir yüz ifadesiyle dışarıya bakıyordu. Sanki benimle değil, dışarıyla konuşuyordu, dalgındı…
– Ben öğretmenim, dedim.
Gülümsedi…
– Öğretmenleri severim. Babam da öğretmendi…
Sorumu tekrarladım:
– Sahi ne iş yaparsınız?
– İlaç işi, muhabirlik filan. Bir de edebiyatla ilgileniyor, şiir yazıyorum.
– Demek meşhur olacaksınız?
Yüzü birden asıldı:
– Niyetim o değil. Siz edebiyatı sever misiniz?
– Evet.
– Hiç yazdınız mı?
– Hayır, dedim.
Sohbetimiz giderek koyulaşmıştı. Yerde duran çantayı alıp dizlerinin üstüne bıraktı. Çantayı açıp içinden birkaç sanat dergisi çıkararak bana uzattı.
– Bakmak ister misiniz?
Alıp şöyle bir göz gezdirdim. Sonra tekrar masaya bıraktım.
– Nasıl? – Çok güzel… Arada bir bu küçük ilçede ne bulsam ben de okuyorum, dedim.
Bir yandan konuşuyor, bir yandan onu incelemeye devam ediyordum. Göz göze geldik; birden sanki gözlerimden uzaklara gitmiştim, kaybolmuştum. Hemen başımı çevirdim. Yüzüm yanıyordu… Sesiyle kendime geldim:
– Dost olalım, haberleşelim.
Hiçbir şey söyleyemedim.
– Yalnız yazışarak. Bunda çekinecek hiçbir şey yok, dedi.
– Önce siz yazın, dedim ben de.
Adresimi aldı. Bana kartını uzattı. Oradan hemen uzaklaşmak istiyordum. Bu yaşta, bir erkeğe karşı ilk kez kendimi böyle yakın hissetmiştim. Hemen oradan gitmeliydim. Bu arada eczacı çocuk da ilaçları hazırlamış, bir ona bir de bana bakıyordu. Çantamdan para çıkarıp çocuğa uzattım, ilaçları aldım ve kapıya yönelerek “iyi günler” diledim.
Mutluluktan uçuyordum. Bacağımın ağrısını da unutmuştum. Hatta sivrisineklere kızmıyordum bile…
Eve geldikten bir hafta kadar sonra okulun müstahdemi birkaç mektup getirdi. İkisi ailemden geliyordu. Birisi ise ondandı. Ailemden gelenleri bırakıp onun mektubunu hemen açtım. Çok heyecanlıydım…
Mektubuna bir şiir örneğiyle başlamıştı. Yanıtımı hemen yazdım; bana daha yalın yazmasını da ekleyerek. Yanıtları artık daha yalındı. Şiir, dergi, kitap ve mektup örgüsüyle arkadaşlığımız sürüyordu. Bana görüşmeyi öneriyordu, ama ürküyordum. Belki de yetişme tarzımdan dolayı çekiniyordum. Oysa onu çok seviyordum...
Nihayet mektuplarımdan anlamış olacak ki, bir mektubunda bana evlenmeyi öneriyordu.
Şubat tatiline az kalmıştı. Yanıtımı ona Sakarya'dan yazacaktım. Ertesi gün bana gönderdiği bir şiir kitabı elime geçti. Yolculuğum boyunca o kitabı okuyup her saniye onu düşündüm.
Sakarya'ya döndüğümde annem ağır hastaydı. Bir yanda ailevi üzüntüler, bir yanda ailemin siyasal suçlardan yargılanmış bir Kürtle evlilik düşünmeme itirazı ve ona olan sevgim beni boğuyordu… Beni anlayacağını umarak yanıtımı olumsuz yazdım. Tatilin sonuna doğru annem biraz iyileşmişti.
Şenyurt'a döndüğümde onu reddedişimi gurur sorunu yapıp bana çok kızan bir mektubunu aldım. Mektubunda bulunduğu şehirden ay-nı akşam ayrılacağını yazıyordu. Yıkılmıştım… Gözyaşlarıma engel olamadım. Günlerce ondan haber bekledim. Öğrencilerime de doğru dürüst ders veremiyordum. Bir ay sonra gelen mektubunda havadan sudan şeylerle bütünleşen kısacık satırlarla asker olduğunu yazıyordu.
Hemen kâğıda kaleme sarıldım. Ona kendimi olmadığım biçimde göstererek hırsımı almak istedim; bana çok acı çektirmişti… Bir anlık hırsın ürünü olan o mektup, arkadaşlığımızı iyice kopardı…
Yaklaşık beş ay süren bu dostluk bitmişti. Bende kalan iki kitap, bir şiir ve fotoğrafı hâlâ kitaplığımda durur. Aradan ondan uzak, ama aynı tazelikte yıllar geçti. Her hafta sonu geldiğinde içimi bir burukluk kaplar; hep o siyah gözleri ve o ılık Cumartesiyi anımsarım…”
“Ilık Bir Cumartesi” adlı bu öyküyü iki kez okuyup bitirdiğimde, onu mutlaka yeniden bulmaya karar verdim…
Bu kez yolumu bir biçimde Ankara'ya düşürüp Bakanlığa gittim. Oradaki kayıtlara göre Ankara'daki bir okulda bir süre çalıştıktan sonra istifa etmiş görünüyordu.
Onu bulabilmek için yapabileceğim tek şey kalmıştı; o da memleketine gitmekti. Bana yıllar önce yazdığı mektupların birinde, çocukluğunu anlatırken, “Evimiz o kentteki taburun karşısındaydı,” demişti; elimde herhangi bir adres yoktu.
Memleketine gidip o kentte iki tabur buldum; birinin karşısında futbol sahası, diğerinin karşısında ise inşa halinde bir yapı vardı… Onu bulabilmek için binlerce evden hangisinin kapısını rastgele çalabilirdim?
Ceyhun Atuf'un şiirindeki öğretmeni koca bir ülkede, milyonlarca insan kalabalığının içinde arıyordum. Koşullarımı zorlayarak yüksek tirajlı gazetelerin birine ilan vermeyi bile düşündüm; ancak ailesinin hesap sorması halinde acaba nasıl savunurdu kendini? Bu sürede nişanlanmış veya evlenmişse, bu ilanı eşine nasıl açıklardı? Hem, yazan bir insan olarak o ilana imzamı uluorta koyabilecek miydim?
Memleketinde onu bulamayıp, ertesi sabah o kenti terk ederken, önceki gece yazdığım bir şiiri de avuçlarımda tutuyordum. Ondan büsbütün uzaklaşıp gittiğim o soğuk kış gününün ardından, yıllar sonra o şiiri bindiğim otobüsün hareket etmesiyle pencereden dışarı attım. O buruşuk kâğıttaki dizeler, rüzgârla birlikte savrulup gitti o kentin caddelerine.
Otobüs giderek uzaklaşırken, onu bulup yüz yüze veremediğim mesajı o kentin ortasına bir kâğıtla salıvermiştim:
“resmin rehindir gurbetimde
gurbetimde sesleri aşındırmış kimliksiz bir kasaba
ve senin kederini ıslatan o yağmurlar rehin
alnı özlemle dağınık bir akşam getirdim sana
gel, büyüt ellerinle, konuk et sıcaklığına
konuk et kanatları kanatılmış kuşlar getirdim sana
ve akşam… bir kez daha!
saçlarını topla ve dağıt sesini rüzgârlara
“bir of çeksen karşıki dağlar yıkılır”
çekmiyorsun!
akarsuları imrendiren yüzün de
sabahçı kahveler de biliyor
görüşmeyeli yorgunum yıkık kentler kanadı sevinçlerimle
görüşmeyeli ya sen nasılsın
adım, adresim durur mu defterinde?
(…)”
Ardından son kapıyı da çalarak, o yıllar yayınlanan “Oluşum” dergisi yayın yönetmeni hanımı buldum. O öykünün yayınlandığı “Öykü ve Şiir Özel Sayısı”nı göstererek onun adresini istedim. Yayın yönetmeni hanım, öyküyü bırakıp gittiğini, daha sonraki ay yayınlanıp yayınlanmayacağı konusunda yalnız bir kez telefon ettiğini ve bir daha görünmediğini söyledi… Böylece çalabileceğim en son kapıyı da çalmış, hiçbir sonuca varamamıştım. Onu sorabileceğim hiçbir yer kalmamıştı artık...
(O, yoksa, ulaşamadığım için mi aranıyordu? Elde edemediğim bir kadın olarak mı özleniyordu? Eğer öyleyse, onu aramam, bulmam yanlış olacaktı… O, yıllar önce saklı boğuntularıma kattığım insandı ya, bu yüzden bir minnet duygusuyla mı arıyordum? Onu bulabilmek için yıllardır bir ısrara, sadakate niçin zorluyordum kendimi?
Neydi beni ona çeken? Sevgi miydi? Oysa sevgiyi biz kuşak olarak da hiç tanımamıştık ki... Yoksa nice paylaşımdan sonra her birimiz ayrı yerlerde olgunlaşırken, bir başıma yürüdüğüm kendi yazgımda, yalnızlığımda önüme çıkan ihanet duygusu muydu beni ona yönelten? Mektuplarla bir insan ne kadar tanınabilirdi? İki kez görüşmede ne kadar sevilebilirdi? Belki o yıllara ait savruluşlarda kafamda abartmıştım onu. Onu bulsam yüreğimdeki fırtınalar, iç hesaplaşmalar dinecek miydi?)
Bu düşüncelerle onu bulmaktan, dahası bulmaya çalışmaktan caymak zorunda olduğuma yeniden inandırdım kendimi. Yıllar sonra ilk kez bir başka kadına yer açtım. Yaşam devam ediyordu ve onu unutmak zorundaydım…
Eski dosyalarımın birer birer tahliye ya da beraatle sonuçlanması ve Diyarbakır'daki sıkıyönetim basıncının biraz durulmasıyla, tam dört yıl sonra memleketime yeniden dönebildim.
Yeniden bir ilaç firmasının Güneydoğu bölge mümessilliğine ve yeniden aynı il ve ilçelere yoğun iş seyahatlerine başladım. Mardin ve Kızıltepe'ye yaptığım her gezi, tüm sarsıcılığıyla onu yeniden anımsatıyordu bana…
Kızıltepe'ye gidişlerimde, dört yıl önce ilk kez görüştüğümüz o eczaneye hep dağıla dağıla bakıyor, onu her seferinde o öksüz ilçenin kuraklığında düşlüyordum; eczanenin içine baktığımda ise, ya başkaları oluyordu ya da hiç kimse…
Yine bir Mardin seyahatinde, kaldığımız otelin terasındaki restaurantta bir başka ilaç firmasının temsilcisi Ertuğrul'la günün yorgunluğunu atıyor, çayımızı yudumluyorduk. Mardin'in sınırlı bir alana yayılmış cılız ışıklarının onbeş km. kadar uzağında kalabalık ve canlı ışık kümeleriyle görünen Kızıltepe'ye dalıp gitmişti gözlerim.
O ışık kümesinin içinden yüreğini kemire kemire gelip geçmiş binlerden bir köy öğretmenini, Ceyhun Atuf'un şiirindeki öğretmeni yıllar sonra yine Mardinli bir yolculukta burkularak anıyordum… Dalgınlığım Ertuğrul'un dikkatini çekmişti; sorup üsteledi, ama hiçbir şey söylemek gelmedi içimden. Neyi, ne kadar anlatabilirdim… Sessizce sürüp giden yemek boyunca bir ara sordum:
“Sen İstanbullu muydun Ertuğrul?”
“Hayır, Amasralı,” diye yanıtlayınca şaşırıp kaldım… Ne garipti; yıllar sonra yine Mardin'de bir başka Sakaryalı…
Tam altı yıl sonra ilk kez, başından sonuna dek anlattım Ceyhun Atuf'un şiirindeki öğretmeni. Ertuğrul dikkatle dinledi. Sözümü bitirirken, “Onu bir daha bulamadım Ertuğrul,” dediğimde, Ertuğrul'un gözleri ıslaktı. Gözbebeklerine biriken yaşları akıtmamaya çalıştı…
“Kızkardeşim halen Amasra'da öğretmen. Tatile gidişimde onu mutlaka araştıracağım, söz veriyorum,” dedi. Sonra sustuk… O gece başka bir şey konuşmadık.
Bir ay kadar sonra Diyarbakır'da SSK Hastanesi doktorlarıyla poliklinik odasında sohbet ederken, içeri giren Ertuğrul hışımla çıkışıyordu:
“Neredesin kardeşim. Günlerdir arıyorum seni! Dışarıya çıkalım, sana çok önemli bir haberim var…”
Altı yıldır aradığım adresi bulabilmemin bu kadar kolay olacağını ummuyordum! Ertuğrul cebinden adresi çıkarmış bana uzatıyordu:
“Kız kardeşimle aynı okulda öğretmenlermiş. Daha ben araştırmamıştım ki, ikisi bir gün sohbet ederlerken, kız kardeşim benim bu kentte olduğumu söylemiş, yaptığım işi de. O da 'bir sor' demiş, 'o da bu işi yapıyordu, tanıyor mu acaba?' Kız kardeşim de bana telefonda sordu, ben de seni tanıdığımı söyleyince hemen adresini yazdırdı, al,” dedi.
Onu bulmuştum... Nihayet bulmuştum! Ama ne garipti ki, onu birlikte olduğum bir kadınla evlenmeye karar verdiğimiz günlerde bulmuştum…
Yine de o günün akşamı Ceyhun Atuf'un şiirindeki öğretmene kısa bir mektup yazdım. Mektubumda: “Aradan geçen altı yılın bizlerden çok şey alıp götürmüş olabileceğini” söyledim ve ekledim: “Yaşamımıza başka insanlar da girmiş olabilir. Bunca yıl sonra yeniden karşılaştığımızda ikimizin de birbirimizi eskisi gibi bulma umudu olmamalı.” dedim.
Mektubumun sonunda ise: “Yıllar sonra onu yeniden bulabilmenin sevincini, heyecanını yaşadığımı, ama birbirimizde bıraktığımız gibi güzel kalabileceğimizi ve hiç görüşmeyebileceğimizi” sözlerime ekledim.
Sonra yanıtını beklemeye koyuldum. Gelen mektubunda şunları yazıyordu:
“…Senden uzak geçen yıllar, yine hep seni özleyerek geçti. Bunca yıl sonra senden haber almak beni nasıl sevindirdi bir bilsen…
Askere gitmeden önce yazdığın o mektupta beni kırmıştın. Bana yazmadığın o bir aylık sürenin nasıl geçtiğini bilemezsin. Bir ay sonra gelen o havadan sudan şeylerle bütünleşen mektup ve bir anlık kızgınlık, beni o yalanları yazmaya itti… Şimdi beni bağışlamanı istesem affedebilir misin bilmiyorum.
Şenyurt'taki o mutsuz günlerimden sonra Ankara'ya tayinim çıkmıştı. Bir yıl geçmeden oradaki görevimden istifa edip özel bir lisede çalışmaya başladım. (…) Çalıştığım okulda Ertuğrul'un kardeşi Nursel'le tanışmıştım. Bir sohbet esnasında kardeşinin orada olduğunu ve tıbbi mümessillik yaptığını söyledi; arkadaşımın kardeşine anlattığın gibi, ben de seni Nursen'e anlattım. İnanılması ne zor bir tesadüf bu!
Söylemek istediğim çok şey var. Ancak ifade edemiyorum! Seni çok özlediğimi ve Sakarya'ya gelmeni çok istediğimi söylesem gelir misin? Ben yıllardır hep seni bir kez daha görmeyi arzuladım. (…)”
Sonraki hafta atlayıp Amasra'ya gittim. Önce bir otele yerleştim. Okuluna telefon ettim. Çok garip duygularla bocalayarak konuşmaya çalıştık. Geldiğimi, onu beklediğimi söyledim. Ama o ise, o gün nöbetçi öğretmen olduğunu, okul çıkışı kuaföre gitmesi gerektiğini, yorgun ve dağınık olduğu için onu o haliyle görmemi istemediğini belirtip, ertesi sabaha o kentin büyük postanesinin önünde randevu verdi.
O gece hiç bilmediğim o kentte dolanıp durdum…
Sabahleyin saptadığımız yerde beklemeye koyuldum. Randevu saati geçmişti, ama o görünürde yoktu… Beklemeye devam ettim... Postanenin içindeki insanlara baktım, yoktu! İçerde yaşlı bir hanımla az ilerisinde şişman ve çok süslü bir hanımdan başka kadın yoktu…
Dışarı yöneldiğimde içerdeki şişman hanımın gülümseyerek bana doğru yürüdüğünü gördüm. Durup baktım, onu daha önce hiç görmediğimi düşündüm. Koyu renk camlı gözlüğünü çıkarıp yüzüme dikkatle baktığında irkildim! Gözleri… Evet, o gözleri tanıyordum! O gözler Ceyhun Atuf'un şiirindeki öğretmenin gözleriydi. Gözlerini tanıdım; sadece gözlerini! Donakalmıştım…
Adını mırıldandım ve kekeleyerek, “Çok değişmişsin,” diyebildim sadece. O ise, “Biraz kilo aldım” demekle yetindi; ama biraz değil, oldukça toplu bir hanımdı karşımdaki… Siyah bir döpiyes giymiş, boynuna bordo renk bir fular bağlamıştı. Fuların altından görünen altın kolyelerin, bileklerine dizili bileziklerin ışıltılarıyla bezgindi… Saçlarını boyatmış, kabartmış ve ön kısmını bir şapkanın önü gibi spreyle dimdik tutturmuştu. O narin, naif yüzü çok değişmiş, avurtlarına uzun ve siyah kıllar, gözlerinin altına yağ kümeleri birikmişti. Çok yapay, dudaklarından taşan boyalarla, “çıkalım,” dedi…
Ben şaşkınlığımı atamamıştım üzerimden. Dönüp bir kez daha baktım gözlerine. Gözleri, değişmeyen yalnız gözleriydi; ama gözleri de parıltısını yitirmiş, kirpiklerinin ucuna rimel artıkları birikmişti. Oysa ben Ceyhun Atuf'un şiirindeki o öğretmeni arıyordum; o yalın görünümlü, o masum köy öğretmenini, ilk günkü gibi… Saçları at kuyruğu ve topuksuz ayakkabılarıyla o heyecanlı, mahçup taşra öğretmenini… Şimdi yanımda yürüyen bu bütün doğallığını yitirmiş şişman hanım o muydu?
“Tanrım!” diye söylendim kendi kendime: “Altı yıl ne çok şey alıp götürürmüş bir insandan... Ne çok şey!”
Önce bir kafeteryaya götürdü beni. Sorduk birbirimizi.
“Sen pek değişmemişsin,” dedi ve heyecanla sürdürdü konuşmasını:
“Biliyor musun ben çok değiştim, her yönden.”
“Belli, değişmişsin…” dedim.
“Çalıştığım yer şimdi özel bir lise. Çok iyi ücret alıyorum artık. Burjuva diye bir zamanlar kızdığımız insanların çocuklarını okutuyorum; şimdi çok huzurluyum. Biliyor musun biz onları hiç tanımadan kızıyormuşuz; öyle soylu insanlar ki! Tüm öğrencilerimin aileleriyle çok iyi diyaloglarım ve çok saygınlığım var şimdi.”
“Daha önce çalıştığın yerlerde saygınlığın yok muydu?” diye sordum.
“Bilmem… O yıllarımdan hiçbir şey anlamadım. Hep acı ve yoksulluk içinde geçti…”
Sonra bazı öğrenci velilerinin kendisini izlediklerini, dedikodu çıkmasından korktuğunu söyledi. O kente yakın bir ilçeye, Gölcük’e gittik bu kez. Bir balıkçı lokantasında oturduk.
“Kızma ama, o Kürtlerin içinde çok acı çektim. Çok güzel duygularla başlamıştım çalışmaya, ama nefret ettim hepsinden!dedii...
“Neler söylüyorsun!” diye çıkıştım. O ise aynı kayıtsızlıkla sürdürdü:
“Yiyecek bir şey bulamadığım günler oldu orada. Çöpe döker, yine de bana parayla satmayı bile düşünmezlerdi. Pis insanlardı. Çocuklarının pislediği kaplarda yemek yerlerdi; pislerdi, pis!”
“Evet, çok değişmişsin! Geçmişinde tertemiz bir güzellikle yaşadıklarına sahip çıkamayacak kadar değişmişsin... Ben de senin o pis dediğin insanlardan biriyim, biliyorsun!”
Kızdığımı anlayınca gönlümü almaya çalıştı:
“Sen üzerine alma. İnan çok acı çektim. Fazla kilo almamın nedeni de psikolojikmiş; yüzümdeki kılların da nedeni. Yakında perhiz yapmaya başlayacağım, çok sıkı bir diyet uygulayacağım. Yüzümdeki kıllar için de Ankara'ya gideceğim. Şimdi alamıyorum, alsam artarlarmış. Ankara'da özel bir cihaz varmış…”
!!!!!!
Ceyhun Atuf'un şiirindeki öğretmenle karşımdaki kadın arasında hiçbir bağ kuramıyordum. Bu insanı yeni tanıyordum, ama anılardaki öğretmeni altı yıl ısrarla özlemeyi sürdürmüştüm. Düşlerimde büyütmüştüm onu; o büyüdükçe ben de onunla birlikte büyümüştüm. Onu dinlerken, ona bakarken büyük bir şaşkınlığı gizliyordum. O ise farkında bile değildi şaşkınlığımın. Kafamda yıllardır büyüttüğüm, güzelleştirdiğim o tapılası imaj, konuşmalarıyla daha da parçalanıyordu…
Artık bildiğim, altı yıl önce Ceyhun Atuf'un şiirindeki öğretmenin, düşlerde dur duraksız büyütülen o sevgilinin hiç olmadığı, belki sadece bir rüya olduğu ve hiç yaşanmadığıydı…
“Yazdığım o öykünün bir sanat değeri olmadığını biliyordum. Ama yayınlanması beni çok mutlu etmişti. Seni buldum şimdi ve bir daha bırakmak istemiyorum,” diyerek ellerime sarılıp hıçkırarak ağlamaya koyuldu…
Ağlayınca tedirgin oldum. Ona hayatımda bir başka kadının varlığından ve onunla evlenmeye karar verdiğimizden söz edemedim. Sadece onu teskin etmeye çalıştım. Teskin etmek için bazı boş vaatlerde de bulunamadım; sadece, “sus, ağlama artık” gibi sözcükler çıktı ağzımdan…
Sonra başını kaldırdı ve ıslak, kızarmış gözleriyle bana baktı:
“Biliyor musun ben ibadete de başladım. Senin de tanrıya inanman lazım; eskiden inanmazdın… İleride birlikte ibadet edebiliriz belki, değil mi?” diye gözlerime yalvarırcasına bakarak sorduğunda şaşkınlığım doruktaydı…
Kabul etmese de o akşam o kentten ayrıldım. Hazır olmadığı için onu bir daha aramayacağımı o gün, yıllar sonra, o ilk görüşmemizde söyleyemedim. Her şeyi dönüşümde ona bir mektupla yazmayı düşünüyordum. Bir yabancıya yazacaktım bu kez.
Uzun bir mektup gönderdim sonra; haberleşemediğimiz altı yıllık sürede yaşanan değişimlerin doğallığından, ama artık aramızda kültürel, sosyal farklılıklar oluştuğundan ve benim yıllardır hep bir dünya görüşünün insanı olmaya çalıştığımdan söz ettim. Kürtlere âşık olduğumu ve inandığımı, ama tanrıya inanmadığımı, inanmayı da hiç düşünmediğimi yazdım…
Ne kadar küçümsese de, hâlâ kasabalarda, köylerde onun bir dönem özveriyle, dirençle yaşadıklarının, ama sahibi olamadıklarının şimdi başka özneleri olduğundan; ülkenin her yanında başka mum ışıklarının aynı ısrarla, aynı güzellikte yanmaya devam ettiğinden söz ettim… İki yıldır birlikte olduğum bir kadınla evlilik kararımızdan ve ona yaşam boyu esenlikler dilediğimden…
Mektubuma bir yanıt alamadım. Kül aşk, daha bir küllendi, kayboldu nice yoğunluğun, yorgunluğun içinde…
Sonraki yıl evlendim. Yıllar art arda akıp gidiyordu. Ceyhun Atuf'un şiirindeki o sevgilinin silueti, sesi anılarımda, belleğimde karmakarışıktı. Eşimle uyumsuz ve mutsuzdum; sadece çocuğumuz için aynı eve tutunuyorduk. Düşler ne çok yanıltmıştı bizi…
Bir hafta sonu evdeki odamda, caddeye bakan masada gazetelere, haftalık dergilere göz atıyordum. Bir haber dergisinde tam sayfa bir haberi dehşetle okudum. “Yaşam/Bir İntihar Vakası” başlıklı haberin spotları şöyleydi:
“30 yaşındaki …...öğretmen fazla miktarda hap alarak yaşamına son verdi. Savcılık soruşturmayı sürdürüyor..…. öğretmenin intihar nedeni bilinmiyor. Öğrencileri, öğretmenlerinin ölümünden henüz habersizler…(…) Mesleğinin ilk yıllarını yolu, suyu, ışığı olmayan uzak Güneydoğu köylerinde, ilçelerinde geçiren …...öğretmenin intihar nedeninin görev yaptığı Güneydoğu’da yıllar önce yaşadığı eski bir aşk fantazisi olduğu sanılıyor… (...) Savcılık, .....öğretmenin günlüklerinde adı geçen ve soyadı saptanamayan Yılmaz’ı, ifadesine başvurmak için arıyor...”
Son cümleyi okumamla yerimden panikle kalkmam bir oldu. Dikkatsizce kalktığım için masamın üstündeki fincan, ansızın beton zemine düşüp parçalandı.Ayakta şaşkın, savruk, bir yerdeki fincanın kırılan parçalarına, bir elimdeki derginin açık sayfasında gülümseyen Ceyhun Atuf'un şiirindeki öğretmenin onu ilk tanıdığım günlerdeki gençlik fotoğrafına bakıyor ve mırıldanıyordum: Kül... kül... kül aşklar!
Ayakta, elimde tuttuğum dergiyle kendi kendime paramparça söylenirken, o an mutfaktan önlüğü ve saçında bugidileriyle içeriye giren karımın bağırışıyla irkildim:
“Nasıııııl! Nasıııııl kırdın bunuu? Papatya takımının fincanıydı buu! Papatya takımı bozuldu! Papatya takımı bozulduuu!”
Tarix: 19.11.2013 / 04:08 Müəllif: Akhundoff Baxılıb: 1782 Bölmə: Sevgi varmı?